Şiir
Sana bir şiirler olmuş sevgilim
Yüzün gözün söz içinde
Hangi imla kitabına baksam
Benden ayrı yazılıyorsun
Ne zaman denizi tepeden gören bir yerde otursam, rüzgarla gelen deniz kokusuna bulansam dalgalarla konuşmaya başlıyorum. Bunu kendimi bildim bileli yapıyorum. Çünkü ben denize doğmuş bir kuşum! Ama çok uzundur değil Özdemir Asaf şiirini anımsamam, en fazla iki sene olmuştur olsa olsa. Diğer ucu görünmeyen denize daldığımda yeniden en baştan defalarca hatırlayıp mısraları bir martı çığlığında oradan oraya uçuşum herhangi bir zaman kipine sığmıyor. Geçmiş zamanda yazılan bu dört cümle aslında Akdeniz kadar derin benim için. Özdemir ne düşündü bilen var mı acaba? Belki bu şiir de Özdemirin güzeller güzeli Mevhibesi içindir yine.
Bana ilk şiirler olduğunda bir akasya ağacının altında durmuş, parmaklıklardan yola sarkan dallarda ki sarı çiçeklere bakıyordum hemen üzerinde masmavi bir gökyüzü. Baharın şehri tümden sardığını iki şeyden anlardım; portakal çiçekleri ve akasya kokusu. Bütün sokaklarda birisi olmazsa diğeri kokardı bana.
Kaç sene olmuştu biz ayrı yazılalı? Zaten imla kitabına bakmama gerek yoktu, ben hep yanlış yazıyordum de`leri uzaklarda ki bir sevdiğimin söylediğine göre. Portakal çiçekleri dolu sokaklarda dolanırken hiç geçmezdi aklımdan bir gün o kokuyu özliyeceğim ve ayrı yazılacağımız.
Kaç sene olmuştu biz ayrı yazılalı? Zaten imla kitabına bakmama gerek yoktu, ben hep yanlış yazıyordum de`leri uzaklarda ki bir sevdiğimin söylediğine göre. Portakal çiçekleri dolu sokaklarda dolanırken hiç geçmezdi aklımdan bir gün o kokuyu özliyeceğim ve ayrı yazılacağımız.
O gün yine uzunca kaybolmak için daracık sokaklarında Kaleiçinin evden çıkıp artık andız ağaçlarının olmadığı yoldan yürüdüm. 12 yasında yaptığım gibi saat kulesinin yanında ki yolu seçtim yine. Tıpkı o zaman yaptığım gibi her biri farklı zamanlarda konmuş taşlara baktım kulenin sütununda ki ve hala çalışıyor ne güzel dedim her ne kadar saati bir zamanlar tamir ettiklerini bilsemde.
Sağımda Selçuklulardan yadigar Yivli Minareyi bırakarak arnavut kaldırımlı dar sokağa daldım. Seneler önce daha fazla insanın yaşadığı bu sokaklarda şimdilerde ne kadar fazla restaurant, otel ve dükkan olduğunun ayrımına varmam çok sürmedi. Eskilerin ellerinin geçtiği taşları ararken sokak aralarında duvarlara asılmış günümüz ellerinden geçmiş rengarenk tabaklara takıldım.
Sağımda Selçuklulardan yadigar Yivli Minareyi bırakarak arnavut kaldırımlı dar sokağa daldım. Seneler önce daha fazla insanın yaşadığı bu sokaklarda şimdilerde ne kadar fazla restaurant, otel ve dükkan olduğunun ayrımına varmam çok sürmedi. Eskilerin ellerinin geçtiği taşları ararken sokak aralarında duvarlara asılmış günümüz ellerinden geçmiş rengarenk tabaklara takıldım.
Acaba bunlarda karanlıkta parlıyor muydu Chez Galip`in dediği gibi. Hava bunu anlamak için oldukça güneşli ve bir tek bulut bile seyahet etmiyordu mavilikte. Çömleklerden sonra kimbilir kaç günlerdir alıcısını bekleyen kilimlerin desenlerine daldım. Babaannem her kilimin bir hikayesi var demişti bana hatırlamadığım bir yaştayken. Hafızamın bir kenarında Antalyaya özgü figürler onun dilinden silik bir şekilde gelip geçtiler yine de.
`Hello, Helloo..` Sesiyle girdiğim zaman tüneliden günümüze düştüm. Yanımda güneşte kavrulmuş teniyle bana bakan iki kocaman gri göz vardı.
Gülümsedim..
`Hello, How are you?` dedi peşimden yalın ayak gelirken.
Durdum. `İyiyim, sen nasılsın?` dedim.
Yüzünde kocaman bir şaşkınlık belirdi. Ne diyeceğini bilemediği aralıkta yuvarlak yüzüne uçuşan güneş sarısı saçlarını iteledi yüzünden.
`Türkçe konuşabiliyorsun`dedi şaşkınlığından vazgeçememiş bir şekilde.
`Evet, sen de konuşabiliyorsun`
`Ben doğduğumdan beri konuşabiliyorum, ama sen turistsin` dedi.
`Ben de senin gibi bu şehirde doğdum ve o zamandan beri Türkçe konuşabiliyorum`
Yüzüme baktı sanki benim bu şehirde doğduğuma inanmaz gibi ve bir omzunu boynuna doğru çekti yüzünde gülümseme olmadan.
`İstersen seni gezdirebilirim, ben buraları biliyorum` dedi.
`Teşekkür ederim, ben de biliyorum buraları`
`Ama ben burada yaşıyorum senin gibi turist değilim`
Bir kez daha imla kitabına gerek duymaksızın bu şehirden ayrı yazıldığımı on yaşlarında ki bir kız çocuğunun dilinden duymuştum.
`Tamam o zaman gezdir bakalım. Ama annen seni merak etmesin?`
`Annem merak etmez benim dışarıda oynadığımı biliyor`
Belki ben de oyunun bir parçasıydım bugün. Kimbilir ne oyunlar oynamıştı bu saate kadar. Acaba bizim sokakta ki çocuklarla oynadığımız oyunları mı oynuyordu onlarda? Kaleiçi sokakları gibi bu şehrin çocuklarının oyunlarıda değişmiş miydi acaba?
`Senin adın ne?`
`Iraz` dedi.
Acaba isminin ne anlama geldiğini biliyormuydu? Uzak düştüğüm bu şehrin karşıma ismi `uzak` olan bir kız çocuğunu çıkarması beni duraksattı. Elimden çekiştiren bir minik el ve kocaman bir gülümseme ile sokağa geri dönüp sağıma soluma baktım.
`Haydi gidelim, seç bakalım hangi taraf` dedim.
Iraz`ın seçtiği sokakta ilk karşımıza çıkan bir ev harabesi oldu. Bu ev
diğerleri gibi şanslı değildi yenilenmek ve eskisi gibi yeni görünmek
için. Ahşap pencerelerin bir kısmı kalmıştı betonların arasında dimdik.
Sarmaşıklar koyu kahverengi tahtaları bir köşesinden diğer köşesine
sarmıştı, yarım açılmış bir perde gibi evin cansızlığına inat capcanlı
yeşiliyle. Yarısından çoğu yıkılmış duvardan yolun karşısında ki nar
çiçeği evin yeni duvarına doğru uzanıyordu sarmaşıklar evin diğer
tarafında. Yeni duvardan uzanan begonviller ara ara sarmaşıkların ördüğü
çardaktan yola doğru sarkıyordu mor mor. Nar çiçeği evin pencereleri
tahta panjurlarla sıkı sıkıya kapalıydı tıpkı büyük kahverengi demir
kapısı gibi. Sanki uzundur kimseler uğramamış gibi boşluktaydı,
sarmaşıklar ve begonviller ortalıkta cirit atarken.
Harabe evin diğer tarafında ahşap kapı ve pencereleri maviye boyanmış eskimeye hala yenik düşmemiş cumbalı bir ev vardı. Önünde küçük bir botanik bahçesi yapmışlardı, çeşit çeşit çiçek ve bitkiyle. Kapısında beyaz tulun içeri dışarı uçuştuğu kapıdan yaşlı bir kadın çıktı. Vücudu zamana boyun eğmiş gibi içine doğru kapanıyordu yürürken. Beyaz saçlarının ucunda kınalar vardı aylar öncesinden kalma. Elindeki sürahi ile çiçekleri sulamaya başladı bize pek asabi bir bakış atarak. Yürümeye başladığımda çiçeklerin arasındaki yazıyı gördüm. Çiçeklere dokunmayın! Çiçeklerini korumak için bize asabi bakış atan yaşlı kadını paşa kılıçlarını sularken arkamızda bırakıp yürümeye devam ettik. Iraz bana yaşlı kadından bahsetti.
`Çocukları ve kedileri sevmez Bedriye teyze. Kimsesi yokmuş çiçekleri
dışında annem öyle söyledi` dedi Iraz. Bedriye teyze ay gibi güzelmiydi
seneler önce bilmiyorum ama seneler ona ay gibi beyaz saçlar bırakmıştı
kızdığı veya üzüldüğü zamanlardan yadigar yol yol alnının kenarından
dökülen. Bedriye teyze oğlu, kızı ve torunlarıyla beraber görünmez
olmuştu önümüze kömür karanlığında bir kedi atladığında. Iraz, Çakır ne
yapıyorsun diye heyacanlanıp kedinin peşine koşturmuştu.
`Evet, onlar benim arkadaşım. Çakır, Ali amcanın kedisi. Ali amcanın beş tane kedisi var` dedi Iraz.
Taşların üzerinde koşarak bir sonra ki evin önüne dek gitti ve durdu demir parmaklıkları dışarıdan hafifçe görünen pencerenin önünde.
Parmaklıkların köşesinden kafasının bir kısmı dışarıda uyuyan kediyle
konuşuyordu Iraz. Aziz hiç oralı olmadan uyumaya devam etti. Pencereden
beyaz bir kedi atladı sokağa önümüzden geçerken bize bakıp yolun
karşısındaki duvara tırmandı bir kaç saniyede.
`Hurşit evden kaçmayı sever` dedi kafasıyla bir gözü mavi diğeri yeşil olan kediyi izlerken.
Ali amca kedilerine neden böyle isimler koymuş diye sordum. Iraz da bana seni gizli yerime götüreyim mi diye cevap verdi.
Gizli yer ne kadar da merak uyandıran iki kelimeydi. Gizli olan bir yer. Sadece Iraz`ın olan bir yer. Her sokağından hangi coğrafyadan geldiğini tahmin edemediğimiz kaç tane turist çıkacağını bilmediğimiz bu dar sokaklarda Iraz`ın olan gizli bir yer vardı.
`Tamam gidelim dedim ama yolda bana kedileri anlatırsın değil mi?`
Kafasını üzerinde ki el örmesi hardal sarısı yün hırkaya değecek
kadar öne arkaya salladı ve biz köşeden sağda ki sokağa döndük. Artık
önünden geçenlere birşey satmaya çalışan dükkanlar azalmış yerine bir
demir iki ahşap olan kapılar ve duvarlarda ki çiçekler almıştı. Iraz
bana Ali amcanın emekli müfettiş olduğunu ve eşini uğurladıktan sonra bu
sokakta ki eve kedileriyle ve kitaplarıyla taşındığını söyledi.
İzmirden ayda bir Ali amcayı ziyarete gelirmiş üç kızı her biri yanında
oğullarıyla. Kendisi gibi müşfettiş olmayan oğlu ise Karsta öğretmenlik
yaptığından yaz tatillerinde gelirmiş Irazın dediğine göre. Iraz, sadece
sayılı yılı olan küçük kız çocuğu ne ara öğrenmişti bütün bunları
acaba? Annesi bunları Iraza mı anlatıyordu gerçekten? Herbirini nasıl
hatırlayabiliyordu? Bugünden yirmi sene sonrasında Ali amcayı, Bedriye
teyzeyi, Hurşiti hatırlayacak mıydı acaba? Hurşit demişken; Ali bey
yerinde duramayan Antalya güneşini andırdığından vermiş bu ismi
görüntüsüyle çelişen kediye sırf bir sonbahar günü çıkıp geldiğinden.
Acaba onlarda oyunun bir parçası mıydı benim gibi? diye düşünürken beni yine çekiştirmeye başlayan Iraz `geldik` dedi.
Acaba onlarda oyunun bir parçası mıydı benim gibi? diye düşünürken beni yine çekiştirmeye başlayan Iraz `geldik` dedi.
Taş duvarın sonundan yolu aşağı inmeyip döndüğümüzde küçük bir parka çıkmıştık. Tahtadan atlar ve çeşit çeşit çiçek vardı, bir ucunda çardakların altında tahtaların üzerinde oturan üç beş turistin olduğu parkta. Yamaçta ki yeşil ve pembe evlerin hemen altındaydı park ve en uçtaki evin köpeği gelen gidene bakıyordu çiçeklenmiş kayısı ağacının altından tam Akdenizin kıyısında.
`Burası mı gizli yerin Iraz` dedim.
`Evet burası benim gizli yerim`
`Ama burada bir sürü insan var. Hepsi burayı biliyor bak `
`Onları tanımıyorum ki ben. Benim tanıdıklarım bilmiyor` dedi Iraz o kavruk yüzündeki gururu iri gözlerinden taşarken. Elimden tutup beni parkın en ucuna götürdü. Cam görünümlü platformun üzerinde havada asılı gibi duruyorduk aşağıda ki gemilere tepeden bakarken. Yivli minareyi bu defa tam karşımıza almıştık. Solumuzda Bey dağlarının eteklerinin kenarında Akdeniz mavi sakinliğinde salınıyordu. Gökyüzü hafiften pembeleşiyordu denizin üzerinde mi dağların ardında mı belli belirsiz.
`Gözlerini kapatıp en uçta durunca uçuyormuşum gibi hissediyorum` dedi Iraz.
Gözlerini kapatıp sen de yap demeyi ihmal etmedi. Sanki uymam gereken bir emirmiş gibi dediğini yaptım ve gözlerimi kapattım.
Rüzgarla beraber falezlerin tepesine uçtum, oradan limandaki direkleri sarı boyalı tur teknesininin tentesine uçuvermiştim ki Irazın iç çekişiyle yamacın kenarında ki balkona geri kondum.
Aceleci küçük çıplak ayakları köşedeki beyaz eve çoktan varmıştı. Begonvillerin köşesinden dönerken saçlarından ve hardal sarısı hırkasından anlayabilmiştim Iraz olduğunu. Teşekkür ettim yinede dudaklarımı hafif aralayıp. Belki kumdan kaleler yaparız benim gizli yerimde diyemedim. Iraz çoktan birkaç sokak daha geçmişti bile..
Bazen karşına deli pembesi bir begonvil çıkar.. Kendi deliliğinle yarışır hemde..Sonra ben Heradotla muhabbet ederek Likya yolundan eve giderim. O gün de öyle yaptım. Heradota Irazın özgür mutluluğunu anlattım en taze kavrulmuşundan..
Comments
Post a Comment